5 Ocak 2008 Cumartesi

KIRK YILLIK KANİ

Tokatlı meşhur şair Kâni elçilikte görevli olarak Romanya'ya gönderilir.Romanya'da 15 yaşındaki bir Romen kızına kara sevdaya tutulur, istetir ama kızın verdiği cevap kısa ve özdür " Hrıstiyan olursa o zaman evlenirim. " Bunun üzerine Kâni'de şöyle der:

"Kırk yıllık Kâni, olur mu Yanî"

(Bu hikayeyi İskender PALA'dan dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim.Yazarın Kitab-ı Aşk adlı kitabında bulabilirsinz.Gerçekten muhteşem bir hikaye...Yalnız muhteşemlik anlatanda mı yaşayanda mı siz karar verin.)

BÜLBÜL

Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım:
Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.

Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı;
Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.

Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.

Muhitin hali "insaniyet"in timsalidir sandım;
Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!

Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryad.

O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:
Ki vadiden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu.

Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevcamevc demlerdi:
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-ı mahşerdi!

-Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin.
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?

O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun,
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun!

Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin hânumânın şen, için şen, kâinatın şen!

Hazansız bir zemin isterse, şayet ruh-ı serbâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-ı pervâzın.

Değil bir kayda, sığmazsın kanatlandın mı eb'ada
Hayatın en muhayyel gayedir âhrara dünyada.

Neden öyleyse matemlerle eyyâmın perişandır,
Niçin bir katrecik göğsünde bir umman huruşandır?

Hayır matem senin hakkın değil, matem benim hakkım;
Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez afakım.

Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda
Bugün bir hanumansız serseriyim öz diyarımda.

Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serapa Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
Salahaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu.

Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!

Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!

Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!

Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!

Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Mehmet Akif Ersoy

Siyah Gül Efsanesi

Yaşıma inat büyüktüm
Keskin bakışlı kurttum
Gecenin kara koynunda
Sihay güller kuruttum

Zor zamanlardı. Az kalsın vuruldum. Geçti...Gitti, gitti... Beni böyle kanlar içinde bıraktı. Zamanın ortasında. Anlaşılmasın diye feryatlarım, insana mahkum etti. Kalem ve kağıttan başka birşey kalmadı. Duygular yetersiz, duyular eksik. Belkide böylesi daha iyi...

HAN-I YAĞMA


Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazr!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtiıamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar.
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Tevfik Fikret

ÜÇ DİL

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

ANTİKACI

Genç adam, antika merakı sebebiyle Anadolu'nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat, bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken:
- Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım," dedi. "Meğer seni bulmak için iyileşmişim.
Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken
- Bugün soba yakamadım evladım, dedi. Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.
Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp yapıp o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Mesela, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı?
Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgarın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayal meyal olsa bile odun parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı: Aman Allah'ım! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu. İhtiyar kurt, herhalde planını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak:
- İliğim kemiğim ısınmış, dedi. Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.
Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken
-İskemle dediğin, dünya malı be evladım, dedi. Biz misafirimizi üşütür müyüz?

UTANGAÇ AŞIK

“Utangaç aşık, manevraları yüzünden neredeyse bayılacak
Dopdolu verip, aşkı alışında,
Birdenbire bütün görevini tamamladı.
Onun daha cüretkâr olan damı,
Şehvetinden zayıf düştü.
Kıvranıp, çığlık atarak yüzünü öbür yana çeviriyor
Gözlerini kaçırarak, bakışları
Hayal kırıklığıyla parlıyor.”
(Ingalls)

TÜRKLERİN ANA YURDU

Türklerin Ana Yurdu Türkçedir"Ana dili" (native/national language, mother tongue) sözü, bir benzetmenin ötesinde, gerçek bir "ana", gerçek bir "ilk" oluşu ifade etmektedir: "Pek çok dil öğrenilebilir veya sonradan edinilebilir; fakat yalnızca bir tanesi, bebeklikten bir dil topluluğunun üyesi olana kadar geçilen yol ve geçirilen zaman içinde, doğrudan doğruya yaşanarak, denemesi yapılarak öğrenilebilir.Öğrenilen yabancı dile veya edinilmiş dile tezat oluşturan millî dil (denenmiş dil ) kavramı, tabiî bir olguya bağlıdır ve bu, her bireyin hayatında yalnız bir kez yaşanır" . Nesnelerin adlarını kendisini merkez yaparak, yani varlığı kendisi etrafında kavramlaştırarak öğrenmeğe başlayan bebek ve çocuklar, zamanla, nesnelerin ve nesne adlarının arasındaki ilişkileri sezmeğe, benzerliklere ve benzemezliklere dayanarak birleştirmeler ve ayırmalar yapmağa başlar: "Fakat dikkat edilirse, her sentez, aynı zamanda bir analizdir. Çünkü sentez birliğe doğru gidiştir, ancak birlik ve bütünlükten tekrar unsurlara doğru bir iniş vardır ki, o da analizdir. Şu halde, sentez ve analiz, tahlil ve terkip birbirinin zıddı gibi görünmesine rağmen, aslında birbirinin tamamlayıcısı olan iki işlemdir" .İşte bu noktadan itibaren, sosyal bir yapı olan insan dilinin, kavramlık dilin ses, kısacası ana dilinin seslerini çıkaracağı organlarının yapısı oluşmağa, ana dilinin yapı ve anlam örgüsü kurulmağa başlar. Artık çocuk, kendisi-varlık ilişkisini, her öğrendiği yeni bilgiyi, bu ilk öğrenmeleriyle ilişkilendirerek gerçekleştirecektir. Didier Erasmus'un "Bende, benden gelmeyen hiçbir şey yoktur" diye özlü bir şekilde ifade ettiği gibi, insanın varlığı algılayıp onları kavramlaştırmasında, eski bilgiler, hep işin içindedir: "Öğrenenin diğer önemli bir özelliği, yeni bir öğrenmeye başlarken beraberinde getirdiği eski öğrenmelerdir. Yetişkin kişiler hiçbir yeni öğrenmeye sıfırdan başlamazlar" . Bu yüzden, "yeni bilgilerin eski bilgiler yüzünden zor edinilmesi veya eski bilgilerin yeni bilgiler yüzünden zor hatırlanması" , yani bilgi bulanıklığı (interference) durumu, öğrenme psikolojisinin önemli konularındandır. Bu yapısıyla ana dili, bilgisayarların ilk ve temel çalışma programlarına benzemektedir; her yeni program, kesinlikle, bu ilk programla ilişkilendirilecektir. Ana dili dediğimiz insan zihninin bu ilk programının önemi de burada başlamaktadır. Kişinin ana dili edinimindeki her yanlışlık veya eksiklik, yeni öğrenmelerde, yeni ilişkilendirmelerde katlanarak artacaktır. Kişinin sağlam ve zengin bir ana dili anlam örgüsüne sahip olması ise, yeni öğrenmelerinde işini kolaylaştıracaktır. Bu programın yaratıcıları, ana-baba ve çevredir: "Dil özellikleri biyolojik varlıktan tevarüs edilmez. Çocuk doğduğunda ağlar, mırıldanır; fakat belirli bir dili öğrenmesi, bütünüyle çevreye bağlıdır. Bebek, bulunmuş veya evlat edinilmiş gibi, çevresinin dilini öğrenir, çevresindekiler gibi konuşur. İnsanoğlunun ilk öğrendiği dil, onun millî dilidir ve kendisi de bu dilin milîi konuşucusudur" .Bebeğin veya yetişkinin hayatındaki çeşitli ihtiyaçlar, onları, bu ana dilleri dışındaki başka dilleri de öğrenmeye götürebilir: "Bir çocuk, göç, çok uluslu evlilik, vb. sebeplerle bir başka dili edinmek zorunda kalabilir. Bu ikinci dil, onun için bir edinilmiş dil (adopted language) veya bir yabancı dil (foreign language) ve kendisi de, bu ikinci dilin yabancı konuşucusu (foreign speaker) olur" . Çağımız insanının hayatında, kendi deney ve yaşantısıyla elde ettiği bilgilerin oranının, başka zaman, mekan ve kişilerden edindiği bilgilerin yanında günden güne azalmasının bir sonucu olarak, edinilmiş diller, büyük önem kazanmaktadır.2Çağımız insanı, ihtiyacını duyduğu bilgi hangi dilde saklanmışsa, o dile koşarak, onu öğrenmektedir. Edinilme dil veya daha yaygın adıyla yabancı dil öğrenmekteki insan ihtiyaçları, tıpkı ana dili gibi, insan-insan (konuşma) ve insan-varlık (öğrenme) haberleşmeleri sırasında ortaya çıkar; yani insan, bir yabancı dili, ya ana dili kendisininkinden farklı olan kişilerle konuşmak ya da onların dillerinde taşınan bilgileri edinmek ve kendi ana diline aktarmak için öğrenir. Aslında, konuşma ve öğrenme, ana dilinin de edinilen yabancı dilin de başlıca iki görevidir ve üçüncüsü de yoktur. Durum böyle olmasına rağmen, bir yabancıyla konuşma veya bir bilgiye ulaşma ihtiyacı doğmamasına rağmen, ana dili dışında bir veya birkaç yabancı dili öğrenmeye veya öğretmeye kalkışmalarla da karşılaşırız. Bu ise, bütünüyle dil dışı bir konudur; dinî, siyasî, ekonomik, vb. alanlarda üstün oldukları düşünülen halkların dillerine karşı, başka halklar tarafından duyulan özentiden ibarettir.İnsan beyninin işleyiş düzen ve düzeneğini oluşturan, ana dili eğitimidir. İnsanın hayvan varlığı veya fizik yapısı dünyanın herhangi bir yerinde yaşarken, insan varlığı ve millî kimliği, ancak ana dilinde yaşayabilir. Bu yüzden, "Ana yurdumuz ana dilimizdir" demek hiç de yanlış olmaz: "İngilizceyi çocukluğumuzda yaşayıp öğrenir ve ana-babalarımızın bir armağanı olarak severiz; fakat aynı zamanda içinde İngiliz ruhu kazançlarının yatırımının yapıldığı ilgi çekici bir kültür serveti veya sermayesi olarak değerlendiririz. Tabiî tercihlerimiz, evimizde konuşulan diyalekttir; objektif hükmümüz yazı dili tarafındadır. Bir dizi başarılı gençlik kaçamağı bulunan geçmişimize merakla bakarız; yetişkinlikteki başarılarımızdan dolayı, sonraları kendimizle gurur duyarız. Öyleyse millî duygu, millî dile bağlıdır ve aşkla gurur arasında bir sarkaç gibi sallanır. Millî dilimize verdiğimiz değer, millî gururumuzdur. Bu bizim zarara uğramamış, azalmamış, bölünmemiş bütün millî gururumuzdur ve yalnızca dil üzerinde yoğunlaşmaktadır" .Görüldüğü gibi, insanın beden varlığı dünyanın herhangi bir yerinde veya her yerinde yaşayabilirken, onun "insan" varlığı, ancak ana yurdu olan ana dilinde yaşayabilmektedir. Tarih, bize, ana dillerinde yaşayan toplulukların dünyanın herhangi bir yerini kolayca yurt haline getirebildiklerini, ana dillerini kaybedenlerin kendilerini kaybettiklerini öğretmektedir. Yine tarih, başka yurtları "yurt" haline getirebilen fatihlerin yiğitlik hikayeleriyle doludur. Yalnız, bir coğrafyayı "yurt tutuş", bir şarta bağlıdır. O da, fatihlerin, belirleyici kültürün temsilcilerinin, yani üst katman dilini konuşanların, bu yeni yurtlarına kadınlarını, yani "analar"'ı da yanlarında götürmeleridir. Bu şart gerçekleştirilmezse, fatihler, işgal ettikleri topraklarda kaybolurlar. "Alt katman dili hayatta kalıp üst katman dili unutulabilir. Eğer fatihler çok sayıda değilse, özellikle de yanlarında kadınlarını getirmemişlerse, bu sonuç hep mümkündür" . Türklerin de insan varlıklarının veya Türk kimliklerinin ancak Türkçede yaşayabildiği açıktır; kısacası, Türklerin ana yurdu Türkçedir. Ana yurdumuz Türkçeyi, bilinen zaman ve mekan boyutları içinde gezersek, acaba nelerle karşılaşırız?Takip edebildiğimiz tarihi seyri içinde Türkçe, komşularına, en az onlardan aldığı kadarını vermiştir; yani Türkler, teknoloji başta olmak üzere, pek çok bilim dalından bilgilerin, çeşitli yaşayış tarzlarının, kültür faaliyetlerinin ve modaların ithal edildiği son yüzyıla kadar, komşularına, onlardan öğrendiklerinden fazlasını öğretmişlerdir. Hattâ İslavlar, Macarlar, Rumlar ve Farslarla ilişkileri söz konusu olduğunda, bu bilgi alış verişinde Türkler'in komşularına öğrettiklerinin, onlardan öğrendiklerinden epeyce ağır bastığını görüyoruz.Şimdi sizlere Türk diline komşu olarak yaşamış Fars, Arap, Rus, Romen, Bulgar, Sırp-Hırvat, Arnavut, Yunan ve Macar dillerine ait sözlükler ile bu dillerin Türkçeyle ilişkileri konusundaki çeşitli makaleleri gözden geçirerek, Türkçenin, bu dillere, yalnızca beslenme ve giyim-kuşam kültürüyle ilgili verdiği kelimelere ait bazı rakamlar vermek istiyorum:3Türkçenin komşularına verdiği beslenme kültürüyle ilgili kelimeler: Farsçaya 258, Arapçaya 179, Rusçaya 300, Romenceye 193, Bulgarcaya 185, Sırp-Hırvatçaya 347, Arnavutçaya 188, Yunancaya 141, Macarcaya 176 . Türkçenin komşularına verdiği giyim-kuşam kültürüyle ilgili kelimeler: Farsçaya 233, Arapçaya 180, Rusçaya 280, Romenceye 189, Bulgarcaya 183, Sırp-Hırvatçaya 316, Arnavutçaya 163, Yunancaya 118, Macarcaya 171 . Türkçenin giyinme ve beslenme gibi temel kültür konusunda dokuz komşusuna dün verdiği bu 1525 kelimeyi görünce, bugün Türk olarak üretememenin, Türkçede biriktirememenin ve başkalarının ürettiklerine hazıra konmanın utancı içinde, şu sorulara cevap bulmağa çalışıyorum:1. Türkçemiz, ana dilimiz, böylesine bereketli bir geçmişe sahip olmasına rağmen, bugün bizim onun karşısındaki tavrımız nedir?2. Okullarımızda ana dilimizi yeterince öğretebiliyor muyuz?Ana dilimizi öğretmede yeni ses ve yazı teknolojilerinden yeterince yararlanabiliyormuyuz?3. Çocuklarımızın çevresini kuşatan sözlü ve yazılı basının ana dilimize karşı duyması gereken sevgi ve sorumluluk yeterli mi?4. "Din dili, evrensel dil" gibi yutturmacalarla çok küçük yaşlarda, daha çocuklarımızın ana dillerinin yapı ve anlam örgüsü oluşmadan ve büyük kısmının ömür boyu ihtiyaç duymayacakları yabancı dilleri onlara zorla öğretmeye devam edecek miyiz? Böyle yaparak, ana yurdumuz olan ana dilimizi terk ederek, topluca, bir başka ülkeye, yani bir başka dile taşınmağa mı karar verdik?5. Sovyet zulmünden kurtulan kardeşlerimiz, alfabelerini değiştirmeye, ana dili okullarını çoğaltmaya ve eski devirlerin Rusça ders kitaplarını kendi ana dillerine aktarmaya çalışırken, yabancı dille eğitim ve öğretimi yaygınlaştırmayı düşünüyor muyuz? Kazakistan başkanı Nursultan Nazarbayev, Kazak Türkçesini bilmeyen beş milyonun üzerindeki Rus asıllı yurttaşına Kazak Türkçesini öğretmeğe çalışırken, "Başkan Bush" yerine "Presedent Bush" veya "uyum, uyuşma, uzlaşma" yerine "consensus" diyen ve böyle dedikçe kendilerini bir hoş hisseden yöneticiler yetişmeyi sürdürecek miyiz? Bir ömür boyu edindiğimiz bilgileri, ana dilimiz Türkçede mi, yoksa İngilizce, Fransızca, Almanca veya Arapçada mı biriktireceğimize karar verdik mi? Bir asırdan fazla bir süredir yabancı dil öğrenen ve bilgilerini ana dillerinde mi, yoksa edindikleri yabancı dillerde mi biriktireceklerine karar veremeyen Hindistan, Pakistan, Afganistan ve Mısır gibi ülkelerin durumundan ders almayı düşünüyor muyuz?6.Türkçe üzerine çalışan biz Türkologlar, ne kadar ciddi ve samimi çabalar içindeyiz? Bütün bu soruları, daha büyük bir soruda toplayalım: "Biz ne yapıyoruz?". Yıllardan beri kulaklarımda sürekli bir soru uğulduyor. Bilge Kağan soruyor, Kaşgarlı Mahmud soruyor, Karamanoğlu Mehmed Bey soruyor, Atatürk soruyor: "Siz ne yapıyorsunuz?". Gerçekten "Biz ne yapıyoruz?".Prof. Dr. Günay Karaağaç

4 Ocak 2008 Cuma

GÖNÜL VE GAM

Gam; gönülden başka kimsenin yüklenemediği bir yük, tahammül edilemeyen bir yaradır.Aynı zamanda gam aşığın en vefalı dostudur.AŞIK bu dost sayesinde sevgiliye ulaşacaktır.

Aşkın tecelli yeri gönüldür.Aşkla ilgili her türlü gelişmenin algılandığı yer burasıdır.Gönül, gam ve kederle beslenen bir kuş; aşkın yağmasına uğramış bir duygu ülkesidir.

Aşığı tarife hacet yok zannımca...

NİSAN YAĞMURUNUN HİKMETİ

Nisan yağmuru yılanın ağzında zehir, sedefin ağzında inci olur.
Nisan yağmuru tropikal iklimde sel ve felakete;kurak iklimde bereket ve hayata sebep olur.
Böylece hikmetin yağmurda değil düştüğü yerdenileri geldiği aşikar olur.Yoksa yağmur aynı yağmurdur ve herbir katresi diğerinin eşidir.!

TÜRKİYE GERÇEĞİ

Türk Kadını feminist olursa... Dünya feministler kongresinde, Amerikan Delegesi Hanımefendi Kürsüye gelmiş:"Geçen yılın kararlarını aynen uyguladım. Eve gider gitmez kocama "Bundan sonra temiz çamaşır istersen kendi çamaşırını kendin yıka, İşte makine orda." dedim. İlk gün birşey görmedim, İkinci gün birşey görmedim, Üçüncü gün bir baktım, makinenin başında sadece kendi çamaşırlarını değil, benimkileri de yıkıyor." Alman Delegesi söz almış: Ben de kararımız gereğince kocama "Bundan böyle temiz tabakta yemek istiyorsan kendi bulaşığını kendin yıka" dedim. Birinci gün birşey görmedim. İkinci gün birşey görmedim. Üçüncü gün baktım, makinenin başında sadece kendininkileri değil, benim bulaşıklarımı da yıkıyor. Üçüncü konuşmacı bizden, feminist kardeşimiz: "Türkiye'ye döner dönmez kararımız gereğince kocamla konuştum. Ona Dedim ki: "Bundan böyle yemek yemek istiyorsan, kendin pişirmen gerekecek. İşte mutfak orada." dedim. Birinci gün birşey görmedim. İkinci gün birşey görmedim.Üçüncü gün sol gözüm biraz açılır gibi oldu, hafiften görmeye başladım...

KOMİK BİR FIKRA

Tur otobüsü şöförünün omzuna dokunulunca adam hafifçe başını çevirmiş, bir bakmış ki elinde bir avuç badem, yaşlı bir kadın durmakta.. Teşekkür ederek almış bademleri ve yemiş.. 15 dakika sonra yaşlı kadın tekrar söförün omzuna dokunup bir avuç daha badem vermiş ve bu ikramı 5 kere daha yapınca "Zahmet ediyorsunuz efendim.." demiş saygılı şöför, " Hep bana yedirdiniz.. Biraz da kendiniz Yesenize...
"Çiğniyemiyorum evladım." demiş yaşlı kadın, "Dişlerim yok...""Niye satın alıyorsunuz o zaman?.." "Evladım ben sadece üzerindeki çikolata kaplamasını emmesini seviyorum